10 Temmuz 2011 Pazar

Eski İnsanların Müzik Tutkusu





Sanatın her dalı gibi müzik de sadece insana hastır. Bundan yaklaşık 100 bin yıl önce yaşamış olan insanların müziğe karşı olan ilgisine dair pek çok arkeolojik kalıntı bulunmuştur. 

Bilinen en eski müzik aleti Libya'nın Haua Fteah isimli yöresinde bulunan ve 70.000 ile 80.000 yıllık olduğu tahmin edilen kuş kemiğinden yapılmış bir flüttür. Ayrıca Doğu Kırım'da incelemelerin yapıldığı Prolom II isimli sitede 41 tane düdük bulunmuştur. Prolom II sitesinin ise 90.000 ila 100.000 yıl öncesine dayandığı keşfedilmiştir.

Ancak bu dönemin insanlarının müzik bilgisi bununla da kalmamaktadır.


Bir müzikolog olan Bob Fink, Kuzey Yugoslavya'daki bir mağarada arkeolog Ivan Turk tarafından 1995 Temmuzu'nda bulunan, bir ayının uyluk kemiğinden yapılmış olan eski bir kemik flütteki delikleri analiz etti. Karbon testine göre yaşının 43.000 ile 67.000 yıl arasında olduğu düşünülen bu aletin 4 nota çıkardığını ve flütte yarım tonlar ve tam tonların da olduğunu tespit etti. Bu keşif, sözkonusu insanların Batı müziğinin temel formu olan yedi nota ölçüsünü kullandıklarını gösterdi.


Flütü inceleyen Fink, "eski flütün üzerindeki ikinci ve üçüncü delikler arasındaki mesafenin, üçüncü ve dördüncü delikler arasındaki mesafenin iki katı" olduğunu belirtmektedir. Bunun anlamı birinci mesafenin tam notayı, ona komşu olan mesafenin de yarım notayı temsil ettiğidir. "Bu üç nota inkar edilemez bir şekilde diatonik ve modern yahut antika olsun standart diatonik bir ölçekteki gibi ses çıkarır"diyen Fink, bunları kullananların müzik kulağı ve bilgisi olan insanlar olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur.


Kaynak: Neandertals Lived Harmoniously, The AAAS Science News Service, 3 April 1997

17 Haziran 2011 Cuma

Bozulan yiyeceklerin tat ve kokuları ya değişmeseydi?





Bal,çilek,muz,portakal... Hepsinin kendine özgü hoş bir tadı ve uzaklardan bile alınabilecek kadar keskin bir kokusu vardır. Herbirinin kokusu oldukça cezbedicidir; insanın iştahını açar ve yeme hissi uyandırır. Görünümleri çok parlak, canlı ve dikkat çekicidir.

İnsan için zararlı olabilecek herşey ise; oldukça kötü kokar; ekşi ve bozuktur. Örneğin; bozulan bir yiyeceği küf kaplar, yumuşar, şekli değişir, rengi solar ve kararır. Kokusu ağırlaşır ve keskinleşir, tadı bozulur. Hem görünümü, hem de kokusu ve tadıyla insanda bir yeme isteği oluşturmaz; aksine itici gelir.

İnsanın aczini bilen Allah, hem insana dünyayı algılayabileceği duyular vermiş; hem de etrafındaki dünyayı bu duyularla "büyük bir uyum içinde" yaratmıştır.

Şüphesiz "Herşeye Güç Yetiren" Allah; bozulan ya da zararlı bir yiyeceği tapteze gösterebilir, cezbedici kokutabilir ve şeker gibi tattırabilirdi. Ya da insanı bozuk bir yiyeceğin kokusundan etkilenecek, tadından zevk alacak ve görünümüne imrenecek şekilde yaratabilirdi. Yedikten saatler sonra vücudumuzda ciddi ağrılar ve rahatsızlıklar hissetmemizle, yediklerimizin bozuk ve zararlı olduğunu ancak farkediyor olabilirdik.

Yediğimiz yiyeceklerde ve içeçeklerde bize tehlike sinyali veren böyle bir alarm sisteminin varlığı şüphesiz insanın aczini en iyi bilen Rabbimizin kullarına bir rahmetidir. Kötü görüntü ve kokunun beynimizdeki algı merkezlerinde çözümlenerek bozuk ve zararlı bir besine işaret ettiğini anlamamız ise; şüphesiz çok büyük bir şükür konusudur.

Gün içinde hiçbir dakikasını bu duyularını kullanmadan yaşaması mümkün olmayan insanın, bu gerçeği sık sık tefekkür etmesi ve şükrünü eksiksiz yapması gerekir.

15 Haziran 2011 Çarşamba

Sınırları Bilinemeyen Evrenin Aslında Gerçek Hacmi 15 cm2!..





Evet,yanlış okumadınız...Sınırları belirlenemeyen evrenin aslında 15 cm2 lik küçücük bir alanda var olduğu,modern fiziğin ortaya koyduğu bilimsel ve teknik bir gerçektir.

İnsanın doğumundan itibaren gördüğü her görüntü beynin içinde, karanlık ve ıslak bir ortamda bulunan görme merkezinde meydana gelir. Görme merkezinin toplam büyüklüğü ise 15 cm2'dir. İnsan hayatına ait her şey, çocukluğu, okuduğu okullar, evi, işi, ailesi, oturduğu semt, vatandaşı olduğu ülke, üzerinde yaşadığı dünya ve içinde bulunduğu evren, aynada gördüğü kendi vücuduna ait görüntü, hayat boyu gördüğü her ayrıntı, kısacası tüm hayatı 15 cm2'lik bir et parçası üzerinde oluşur.

************

Yaşadığımız dünyaya ait her türlü niteliği, her özelliği ve bildiğimiz herşeyi duyu organlarımız aracılığıyla öğreniriz. Duyu organlarımız aracılığı ile bize ulaşan bilgiler, bir dizi işlem sonucunda elektrik sinyallerine dönüşür ve bu sinyaller beynimizin ilgili noktalarında yorumlanır. Beynimizin bu yorumları sonucunda biz örneğin bir kitap görürüz, çileğin tadını alırız, ıhlamur ağaçlarını koklar, ipek bir kumaşın dokusunu bilir veya rüzgarda sallanan yaprakların hışırtısını duyabiliriz.

Aldığımız telkinle, hep bedenimizin dışındaki kumaşa dokunduğumuzu, bizden 30 cm uzaklıktaki kitabı okuduğumuzu, metrelerce uzaktaki ıhlamur ağaçlarının kokusunu aldığımızı ve çok yükseklerdeki yaprakların hışırtısını duyduğumuzu zannederiz. Oysa, bu saydıklarımızın hepsi bizim içimizde gerçekleşen olaylardır. Kitabın görüntüsünden yaprakların hışırtısına kadar herşey içimizde, beynimizde meydana gelir.

Bu noktada şaşırtıcı bir gerçekle daha karşılaşırız: Beynimizde, gerçekte ne renkler, ne sesler, ne de görüntüler vardır. Beynimizde bulabileceğiniz tek şey elektrik sinyalleridir. Bu, felsefi bir görüş değildir; algılarımızın işleyişi ile ilgili bilimsel bir açıklamadır. Örneğin Mapping The Mind (Zihnin Haritasını Çıkarmak) isimli kitabında bilim yazarı Rita Carter, dünyayı nasıl algıladığımızı şöyle açıklar:

Her bir duyu organı kendine uygun uyarıya cevap verecek şekilde yaratılmıştır. Bu uyarılar ise, moleküller, dalgalar veya titreşimler şeklindedir. Tüm bu çeşitliliklerine rağmen duyu organları temelde aynı görevi görürler: kendilerine özgü uyarıları elektrik sinyallerine dönüştürürler. Bir uyarı ise sadece bir uyarıdır. Kırmızı renk değildir, veya Beethoven'ın Beşinci Senfonisinin ilk notası değildir - sadece bir elektrik enerjisidir. Aslında, bir duyuyu diğerlerinden farklı hale getirmek yerine, duyu organları hepsini benzer hale, yani elektrik sinyallerine dönüştürürler.

Öyle ise, tüm duyulara ilişkin uyarılar, birbirinden tamamen farksız bir formda beyne elektrik akımları şeklinde girerler ve buradaki sinir hücrelerini uyarırlar. Tüm olan budur. Bu elektrik sinyallerini tekrar ışık dalgalarına veya moleküllere dönüştüren bir geri dönüşüm sistemi yoktur. Bir elektrik akımının görüntüye ve bir diğerinin kokuya dönüşmesi ise, bu elektrik akımının hangi sinir hücrelerini etkilediğine bağlıdır.(Rita Carter, Mapping The Mind, University of California Press, London, 1999, s. 107)

Yukarıdaki açıklamalar çok önemli bir konuya dikkat çekmektedir: Bizim dünya hakkında algıladığımız tüm hisler, görüntüler, tadlar ve kokular, aslında aynı malzemeden, yani elektrik sinyallerinden meydana gelmektedirler. Elektrik sinyallerini bizim için anlamlı hale getiren, bu sinyalleri koku, tat, görüntü, ses veya dokunma olarak yorumlayan ise beyindir. Beyin gibi ıslak bir etten oluşan bir maddenin, hangi elektrik sinyalini koku, hangisini görüntü olarak yorumlayacağını bilmesi, aynı malzemeden birbirinden çok farklı duyular ve hisler meydana getirmesi ise büyük bir mucizedir.

"Sen kendini küçük bir cisim zannediyorsun,
Halbuki, koca âlem sende dürülmüştür."* <Hz.Ali>

*Ali b. Ebî Tâlib, Divânu Emîri'l-Mü'minîn, cem ve tertib: A. el-Kerem, Beyrut, 1998, s. 45

14 Haziran 2011 Salı

Rastgele Hamleler Ortaya Sağlıklı Sonuçlar Çıkaramaz





Rubik kübünü uzaktan tanıyan bir kimse bile kübün yüzlerini rastgele oynatan bir görme özürlünün çözüm elde edemeyeceğini kabul edecektir. Şimdi sırası bozulmuş Rubik küplü 1050 görmeyen insan bulunduğunu ve hepsinin aynı anda çözülmüş şekle ulaşmaları olasılığını hayal etmeye çalışın. Artık hayatın bağlı olduğu birçok polimerden [kompleks kimyasal bileşiklerden] sadece bir tanesinin rastgele yer değiştirmesi fırsatına sahipsiniz. Sadece bio-polimerlerin değil aynı zamanda programlanmış bir hücrenin çalışması da ilkel organik çorbada rastgele oluşamazdı".

Sir Fred Hoyle, "The Big Bang in Astronomy", New Scientist, vol. 92 (19 Kasım 1981), s. 526-527

13 Haziran 2011 Pazartesi

Misvak Kullanmanın önemi

Sual: Misvakın önemi nedir? Misvak kullanırken dikkat edeceğimiz hususlar nelerdir?
CEVAP
Bugün, modern tıbbın diş sağlığı konusunda ortaya koymaya yeni başladığı tedavi usullerini, İslamiyet 14 asır önce öğretmiştir. Diş sağlığına büyük bir fayda temin eden misvak, gayet basit ve en iyi diş temizleme vasıtasıdır. Dişlerin çürümesini önlemek için misvak kullanmak çok faydalıdır. Larousse İllustre Medical isimli tıp kitabında diyor ki:
(Bütün diş macunları ve tozları, dişlere zarar verir. En iyisi, sert bir fırçadır. Önce, dişleri kanatırsa da, korkmamalıdır. Diş etlerini kuvvetlendirir ve artık kanamaz.)
Bu şekildeki diş temizliğini sağlayan en iyi vasıta misvaktır. Diş macunları, ağızdaki faydalı ve zararlı bütün mikropları öldürürken, misvak sadece zararlı mikropları öldürür. Misvak abdestin sünnetidir, Şafii’de namazın sünnetidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Misvak kullanarak kılınan namaz, misvaksız kılınan namazdan 70 kat üstündür.) [İ. Neccar]
(Cebrail aleyhisselam, misvak kullanmayı o kadar tavsiye etti ki, misvakın farz olacağından korktum.) [İbni Mace]
(Eğer ümmetime güçlük vermeyeceğini bilseydim, her namaz için abdest almalarını ve her abdestte misvak kullanmalarını emrederdim.) [Buhari, Müslim]
(Gece namazı için kalkınca, ağzınızı misvakla temizleyin! Çünkü bir melek, namazda Kur’an okuyanın ağzına yaklaşarak dinler.) [Deylemi]
(Ağzınız Kur’an yoludur, misvakla temizleyin.) [Ebu Nuaym]
(Peygamberlerin beş sünneti: Haya, hilm, hacamat, misvak, güzel koku.) [Taberani]
(Misvak erkeğin fesahatini [konuşma güzelliğini] artırır.) [İ. Adiy, Hatib]
(Misvak; ağzı temizler, görmeyi keskinleştirir, diş etlerini güçlendirir, dişleri beyazlaştırır ve çürümeyi önler, hazmı kolaylaştırır, mideye sıhhat verir, balgamı keser, hasenatı artırır. Misvak kullanan, Allahü teâlâyı razı eder, melekleri sevindirir.) [Ebu Nuaym]
Misvakın faydaları 30dan fazladır. En aşağısı sıkıntıyı giderir, en iyisi de ölürken şehadet getirmeyi hatırlatır. Misvak, ölümden başka her derde şifadır. Sırat üzerinde yürümeyi de kolaylaştırır, yaşlanmayı da yavaşlatır.
Peygamber efendimiz, her zaman yanında ayna, tarak ve misvak taşırdı. Eshab-ı kiram, savaşlarda bile misvaklarını kullanmayı ihmal etmezlerdi. Misvak; dişler sararınca, ağzın kokusu değişince, uykudan uyanınca, namaza kalkınca, eve girince, toplantılara giderken, Kur’an okumaya başlarken ve bir de abdest alırken kullanmak müstehaptır.
İmam-ı a’zam hazretleri, (Misvak kullanmak, dinin sünnetlerindendir) buyurdu. Misvakı kullanmanın en az miktarı üst dişlere üç, alt dişlere de üç defa sürmektir. Misvaklarken dişlerin içi, dışı, üst ve alt kısımları ovuşturulur. Misvakı sağ el ile kullanmalıdır. Misvakı avucunun içine almamalı ve emmemelidir. Misvak, sağ elin küçük ve başparmağı altta, diğer üç parmak üstte olarak tutulur.
Misvaklamaya başlanınca, ağızdaki yaşlığı yutmak iyidir. Ondan sonra yutmak iyi değildir. Kullandıktan sonra misvakı yıkamalıdır. Misvakı yere yatırmamalı, ağız kısmı aşağıya gelecek şekilde dikine koymalıdır. Misvak, çok yaş, çok kuru ve bir karıştan uzun olmamalıdır! Kalınlığı küçük parmak kalınlığında olmalı.
Erak ağacı
Sual: Misvak erak ağacından oluyor. Bu ağaç Türkiye’de yoktur. Başka ağaçtan misvak yapılamaz mı?
CEVAP
Erak ağacından yapılan misvak diğerlerine tercih edilir. Erak ağacı bulunmadığı zaman zeytinden de yapılır. Nar dalından misvak olmaz.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Mübarek bir ağaç olan zeytinden yapılan misvak ne güzeldir. O benim ve benden önceki Peygamberlerin misvakıdır.) [Taberani]
Zeytinden de olsa, misvak kullanmayı ihmal etmemelidir. Çünkü misvak, yaşlanmayı yavaşlatır, gözün görmesini kuvvetlendirir, ağız kokusunu giderir. Daha birçok faydası vardır. (Redd-ül-muhtar)
Dişleri temizlemek
Sual: Namaz kitabında, abdest alırken dişleri misvak ile temizlemek müstehabdır denirken, abdestin sünnetleri bahsinde ise, misvak önemli sünnet deniyor. Burada bir çelişki yok mu?
CEVAP
Abdest alırken dişleri temizlemek, fırçalamak sünnettir. Bunu misvak ile yapmak müstehabdır, daha iyidir. Yani misvak kullanılınca hem sünnet yerine geliyor hem müstehab, parmakla veya diş fırçası ile dişler temizlenirse sadece sünnet yerine gelir. Bu sünnet misvakla yapılınca ayrıca müstehab sevabı da alınıyor.
Tel haline getirmek için
Sual: Misvakların ucunu yumuşatırken tel tel haline getiremiyorum. Ne kadar kullansam da tahta parçası gibidir. Kıl haline getiremiyorum. Ne yapmalıyım?
CEVAP
Yeni alınan misvakın ucu hafifçe çekiçle dövülünce tel tel ayrılır. Suya koymak gerekmez.
Her zaman kullanılır
Sual: Misvak sadece abdestte mi sünnettir?
CEVAP
Misvak her zaman kullanılır. Bilhassa yataktan kalkınca namaza dururken, yemek yedikten sonra ve abdeste başlarken, daha çok kullanılır.
Ne zaman kullanılır?
Sual: Abdest alırken misvak ne zaman kullanılır?
CEVAP
Abdeste başlarken.
Üçten fazla sürmek
Sual: Misvak, dişlere üçten fazla sürülse sünnete aykırı olur mu?
CEVAP
Hayır, olmaz.
Takma diş
Sual: Takma dişe misvak sürmekle sünnet ifa edilmiş olur mu?
CEVAP
Evet olur.
Dişi olmayan
Sual: Dişsiz kişi, misvakı damağına sürse, sünnet sevabı alır mı?
CEVAP
Evet, alır.
Kısalınca
Sual: Misvak, kısalınca da kullanılır mı?
CEVAP
Evet, kullanılır.
Misvak yerine sakız
Sual: Kadınların misvak kullanmaları caiz mi?
CEVAP
Evet. Sakız çiğnemeleri misvak yerine geçer.
Misvak yoksa
Sual: Abdest alırken, misvak yoksa ne yapmak gerekir?
CEVAP
Dişleri, yemekten sonra ve abdest alırken temizlemek sünnettir. Bu sünneti, misvak ile yapmak ayrıca müstehabdır. Misvak bulunmazsa, fırça ile, fırça da bulunmazsa parmaklar ile temizlemelidir. Sağ elin başparmağı, sağ yandaki dişler üzerine; ikinci küçük parmağı, yani işaret parmağı da, sol dişler üzerine üç defa sürerek temizlenir. (Halebi)
Misvak parçaları
Sual: Misvak parçalarını yutmakta mahzur var mıdır?
CEVAP
İsteyerek yutulmaz. İstemeden yutulursa mahzuru olmaz.
Misvak kullanırken
Sual: Misvak nasıl kullanılır?
CEVAP
Yukarıdan aşağı ve aşağıdan yukarı doğru sürülerek kullanıldığı gibi, düz olarak da sürülebilir.

Yakın gelecekte uzaktaki nesnelerin kokusunu alabileceğiz





Koku naklinde büyük gelişmeler yaşanıyor...

Bugün bilim adamları, fotonlar gibi, atomların ve koku moleküllerinin de yakın bir gelecekte naklinin gerçekleştirilebileceğini ifade etmektedirler. 

koku algısı -tıpkı diğer algılarımız gibi- beynimizde oluşur. Bir limon kabuğundan çıkan kimyasal moleküller burundaki koku algılayıcılarını uyarır. Buradan elektrik sinyali olarak yorumlanmak üzere beyne iletilirler. Dolayısıyla bu kokuya ait sinyal suni olarak başka şekilde oluşturulduğunda da, kokunun aynı şekilde duyulması mümkündür. Nitekim "elektrik burun" olarak bilinen teknoloji de bunun mümkün olabileceğini gösteren çalışmalardan bir tanesidir.

İnsandaki koku alma sistemi, on binden fazla kokuyu rahatlıkla ayırt edebilmeyi mümkün kılmaktadır. Belli bir kimya eğitimi almış uzmanlar bir parfümdeki yüze yakın kokunun kaynağını teşhis edebilirler. (Elise Hancock, "A Primer on Smell", Johns Hopkins Magazine, Eylül 1996)

İşte insan burnundaki bu üstün yaratılış, birçok bilim adamını benzer cihazlar tasarlamaya teşvik etmektedir. Dünyanın değişik araştırma geliştirme merkezlerinde, insandaki bu koku alma sisteminin kopyaları üretilmeye çalışılmaktadır. Burun örnek alınarak geliştirilen bu modellere "elektronik burun" adı verilmektedir.

İnsan burnundaki proteinlerden oluşan reseptörlerin yerine, elektronik benzerlerinde, bir dizi kimyasal alıcı kullanılır. Bu alıcıların her biri değişik kokuları algılayacak şekilde dizayn edilir; seçicilik kapasiteleri arttıkça üretimleri zorlaşır ve fiyatları yükselir. Sensörlerin çevreden topladıkları sinyaller, elektronik sistemler yoluyla ikili kodlara dönüştürülür ve bir bilgisayara gönderilir. Elektronik sistemler koku alma duyusunda görevli sinir hücrelerinin, bilgisayar da insan beyninin bir taklidi olarak düşünülebilir. Bilgisayar, kendisine gelen bilgileri değerlendirmek için programlanır ve bu sayede aldığı ikili kodlamadan oluşan sinyalleri yorumlar.

Bu yöntemle geliştirilen elektronik burunlar, başta gıda, parfüm, tıp ve kimya olmak üzere değişik sektörlerde kullanılmaktadır. Üniversiteler ve uluslararası kuruluşlar söz konusu projelere büyük destek vermektedir. Buna rağmen, Warwick Üniversitesi'nden Julian Gardner'in belirttiği gibi, elektronik burun teknolojisi henüz başlangıç safhasındadır. (Mia Schmiedeskamp, "Plenty to Sniff At", Scientific American, Mart 2001)

İşte bu teknoloji, ses, görüntü gibi koku naklinin de yakın bir gelecekte mümkün olabileceğini göstermektedir. (En doğrusunu Allah bilir)

******

Dedi ki: "Bugün size karşı sorgulama, kınama yoktur. Sizi Allah bağışlasın. O merhametlilerin (en) merhametlisidir. Bu gömleğimle gidin de Babamın yüzüne sürün. Gözü (yine) görür hale gelir. Bütün ailenizi de bana getirin." Kafile (Mısır'dan) ayrılmaya başladığı zaman babaları dedi ki: "Eğer beni bunamış saymıyorsanız, inanın Yusuf'un kokusunu (burnumda tüter) buluyorum." (Yusuf Suresi, 92-94)

Kainattaki İnsana Özel Tek Ortam: Dünya





Bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle birlikte 1960'lı yıllardan itibaren yapılan araştırmalar, evrendeki tüm fiziksel dengelerin insan yaşamı için çok hassas bir biçimde ayarlandığını ortaya koymaktadır. Araştırmalar derinleştirildikçe, evrendeki fizik, kimya ve biyoloji kanunlarının, yerçekimi, elektromanyetizma gibi temel kuvvetlerin, atomların ve elementlerin yapılarının tümünün, insanın yaşamı için tam olmaları gereken şekilde düzenlendikleri birer birer bulunmuştur. Batılı bilim adamları bugün bu olağanüstü yaratılışa "İnsani İlke" (Anthropic Principle) adını vermektedirler. Yani evrendeki her ayrıntı, insan yaşamını gözeten bir amaçla yaratılmıştır.

Evrenin içinde yaklaşık 300 milyar galaksi, galaksilerin her birinde bir o kadar da yıldız vardır. Bu yıldızlardan biri olan Güneş'in etrafında büyük bir uyum içinde dönmekte olan 9 gezegen bulunur. Bunlardan sadece Dünya, yaşam için elverişli koşullara sahiptir. Evrenin bir patlama sonucunda etrafa rastgele saçılmış bir madde yığını olmadığı, rastgele saçılan maddelerin düzenli galaksileri oluşturamayacağı, maddenin belirli noktalarda rastgele sıkışıp toplanarak yıldızları meydana getiremeyeceği gibi pek çok imkansızlık bugün birçok bilim adamının itiraf konusudur. Big Bang teorisine uzun yıllar karşı çıkmış olan Sir Fred Hoyle, bu durum karşısında duyduğu şaşkınlığı şöyle ifade eder:

Big Bang teorisi evrenin tek ve büyük bir patlama ile başladığını kabul eder. Ama bildiğimiz gibi patlamalar maddeyi dağıtır ve düzensizleştirirler. Oysa Big Bang çok gizemli bir biçimde bunun tam aksi bir etki meydana getirmiştir: Maddeyi birbiriyle birleşecek ve galaksileri oluşturacak hale getirmiştir.1

Evrenin başlangıcındaki muhteşem dengeden, ünlü Science dergisindeki bir makalede ise şöyle söz edilir:

Eğer evren maddemizin yoğunluğu, bir parça daha fazla olsaydı, o zaman Einstein'ın genel görecelik kuramına göre evren, atomik parçacıkların birbirini çekme kuvvetleri dolayısıyla bir türlü genişleyemeyecek ve tekrar küçülerek bir noktacığa dönüşecekti. Eğer yoğunluk başlangıçta bir parça daha az olsaydı, o zaman evren son hızla genişleyecek, fakat bu takdirde atomik parçacıklar birbirini çekip yakalayamayacak ve yıldızlarla galaksiler hiçbir zaman oluşamayacaktı. Doğaldır ki biz de olmayacaktık! Yapılan hesaplara göre, evrenimizin başlangıçtaki gerçek yoğunluğu ile ötesinde oluşması imkanı bulunmayan kritik yoğunluğu arasındaki fark, yüzde birin bir kuvadrilyonundan azdır. Bu, bir kalemi sivri ucu üzerinde bir milyar yıl sonra da durabilecek biçimde yerleştirmeye benzer... Üstelik, evren genişledikçe, bu denge daha da hassaslaşmaktadır.2

Evrim teorisinin savunucuları ise evrendeki bu olağanüstü düzeni tesadüfi etkilerle açıklamaya çalışırlar. Tesadüflerin iç içe geçmiş, kompleks düzenler meydana getirmesini beklemek kuşkusuz akla ve mantığa aykırıdır. Tesadüf matematiksel bir terim olduğu için böyle bir ihtimalin imkansızlığını olasılık hesapları üzerinden görmek de mümkündür. Nitekim Big Bang gibi bir patlamayla canlılık için uygun bir ortamın oluşma olasılığı 10 üzeri 10 üzeri 123'te bir ihtimal olarak hesaplanmıştır. Bu sayıyı ünlü İngiliz matematikçi -Stephen Hawking'in yakın çalışma arkadaşı- Roger Penrose hesaplamıştır. Matematikte 1050'de 1'den daha küçük olasılıklar, "sıfır ihtimal" sayılır. Söz konusu sayı, 1050'de 1'in trilyar kere trilyar kere trilyar katından bile çok daha büyüktür. Bu sayı, evrenin tesadüfle açıklanmasının imkansız olduğunu göstermektedir. Roger Penrose, akıl sınırlarını çok aşan bu sayı hakkında şu yorumu yapar:

Bu sayı, yani 10 üzeri 10 üzeri 123'te 1 ihtimal, Yaratıcının amacının ne kadar keskin ve belirgin olduğunu bize göstermektedir. Bu gerçekten olağanüstü bir sayıdır. Bir kimse bunu doğal sayılar şeklinde bile yazmayı başaramaz, çünkü 1 rakamının yanına 10 üzeri 123 tane sıfır koyması gerekecektir. Eğer evrendeki tüm protonların ve tüm nötronların üzerine birer tane sıfır yazsa bile, yine de bu sayıyı yazmaktan çok çok geride kalacaktır.3

Kaynak:
1-Fred Hoyle, The Intelligent Universe, London, 1984, ss.184-185
2-Bilim ve Teknik, sayı 201, s.16 (Science dergisinden tercüme)
3-Roger Penrose, The Emperor’s New Mind, 1989; Michael Denton, Nature’s Destiny, The New York: The Free Press, 1998, s.9